Tayfun Yılmaz - Beş Duyu

Beş duyuyla yaşıyoruz. Her birinin farklı hazları var. 
Koklamak : Özellikle bahar aylarında, ne muhteşem kokular alırız. Örneğin çiçekler ; Ben en çok yasemini severim. Sonra henımeli ve leylak. Gülü pek sevmem. Aç olduğumuzda, bir fırının ya da pastanenin önünden geçerken yükselen kokular vardır bir de… İnsanın, hemen içeri girip, fırından yeni çıkmış poğaçayı ya da simidi mideye indiresi, ya da ekmeğin ucunu koparıp yutası gelir.
Peki ya, yeni çekilmiş kahve kokusuna ne demeli? Tarif edilemez bir his kaplar içimizi, oracıkta hemen bol köpüklü bir kahveyi, kokusunu içine çekerek içmek isteriz.
Yağmurun ardından, nemli toprak kokusu vardır. Insana, yaşadığını, soluk aldığını ve doğayı hissettirir. Herşey sahicileşir. Toprağın altında ve üstündeki bütün canlılarla tanışmak, sohbet etmek istersiniz. Öylesine davetkardır toprak kokusu.
Büyüleyici kokulardan biri de, deniz kokusudur. En iyi, denizin ortasındayken hissedilir. Masalsıdır. Alır götürür, hangi fantastik diyara isterseniz oraya. Bir kez içinize çektiniz mi, artık her türlü hayali kurmak serbestir. Yanınıza üç şey alıp, ıssız bir adaya da, kutuplara da götürebilir sizi. O iyot kokusu gerçekten sihirlidir. Başınızı döndürürken, bir anlığına başka biri olmanıza izin verir, alışkanlık yapar, özlenir, düşlerinizin berraklaşmasını sağlar.
Ama en güzeli, bir bebeğin ensesinin kokusudur.
 
Tatmak : Binlerce şeyin tadını biliyoruz. Ama haz verenleri ayrıştırmak pek kolay değil. Önce aklımıza, yediğimiz lezzetli yemekler gelir. Bilmem nerenin döneri, karamelli vişneli dondurması, bir markanın çikolatası, annemizin yemekleri, vb.
Çocukluğumuzda, yemekler dışında, farketmeden hafızaya aldığımız, o kadar farklı tatlar vardır ki aslında. Örneğin, çocukken uyuduğumuz karyolanın, metal ya da ahşap korkulukları… yatağın içinde ayağa kalkıp, o kafesin kenarlarıyla, ne çok diş kaşımışızdır.
Hiç mi karın tadına bakmadınız? Ne kadar özeldir. Su desen su değil. Üzerinize serilen yorganın köşesini dişlemediniz mi hiç? Ya da, yıkanırken ağzınıza doğru akan sabun ya da şampuanın tadını hatırlamıyor musunuz? Bir buz parçasına dilinizle dokunmayı denemişsinizdir en azından. 
Okul yıllarındaki, kurşun kalemlerinizin arkaları yüzlerce ısırık doludur, değil mi?
Bütün bunlar, ne çok şey hatırlatır insana, neler neler çıkar içinizden, ne hatıralar, yaşanmışlıklar, yaralar, sevinçler… 
Unutmayalım ki, ilk öpüşmenin de, unutulmaz bir tadı vardır. Kalp küt küt atarken, o ne lezzettir öyle. Hiç bitmesin istersiniz. Suratınızdaki aptal gülümseme, uzun sure asılı kalır.
 
Duymak : Annemizin sesiyle başladığını düşünüyorum. Hep huzurla hatırlanır. Dalgaların sesi, hani kıyıya doğru sıkışırken, ben geldim, buradayım der ya… Martı sesi ise, göremeseniz de, denizin çok yakınlarda olduğunun işaretidir. Çocukluğumda, öğle ya da ikindi ezanının sesini çok severdim. Güven verirdi bana, birşeylerin zamanı gelmiş gibi sevinirdim.
Yaz akşamlarında, ağustos böceklerinin çılgın gibi haykıran sesleri vardır. Bir süre sonra artık parçanız olmuştur, duymazsınız bile. 
Bazen de, sessizliğin sesini dinlersiniz, büyük bir gürültü ararsınız içinde. Ne diyordu Orhan Veli : ‘’Dünyalar vardır, düşünemezsiniz, gürültüyle çıkar duman topraktan, çiçekler gürültüyle açar’’
Nedense, çocukluğumda çok daha fazla duyduğumu anımsadığım gökgürültüsü vardır bir de… Hem korkup, hem de garip bir sevinç duyduğum. Genellikle, ani bastıran yaz yağmurları sırasında olurdu sanki.
Ustanın çırağa seslenişini severim. Otoriter, babacan, öğretici ve güven vericidir. 
Hıncahınç dolu bir stadyumdaki, tezahürat sesini bilir misiniz? İnsanın tüyleri diken diken olur, bir ayindeymiş gibi transa girer, iliklerinize kadar gücü hissedersiniz. Bir ödül töreninde, kazanan adayın, zarf açıldığında kendi adını duyması, tarif edilebilir mi?
Dinlemekten bıkmadığımız yüzlerce şarkının, sahilden yükselen bir gitarın sesini de unutmayalım. Alır götürür, nereye isterseniz oraya.
 
25 mart 2013