İrem Uğural - Tiyatro

10.05.2020 - Pazar  00.26
 
Metro duraklarında ışıklandırmanın en aza indirgendiği, tünelden gelen metro sesinin bir korku filmi fon müziğini çağrıştırdığı, koskoca İstanbul'un terk edilmiş bir şehre dönüştüğü günler yaşadık. Bir şeyler hala bitmedi tabi ki... Peki bir tiyatro fiziki olarak ne hâlde olabilirdi: Üzgün, üşümüş, yalnız, günlerdir tek kelime bile etmemiş, ışıksız kalmış, hareketsizlikten eklem ağrıları yaşayan... Yok canım insan mıydı ki bunları yaşayacaktı? İnsan değildi görünüşte ama o bin yıllarca nefes almayı başarabilen ölümsüzlüktü. İnsan gibi nefes alır ve en önemlisi de hissederdi. Evet; üzgündü, üşümüştü, yalnızdı, günlerdir tek kelime etmemişti, karanlıkta ışıklarına hasretti, hareketsizlikten perdelerinin makaraları sertleşmişti ve eklemleri ağrıyordu. Ve evet, insanı en iyi yaşanmışlıklarıyla anlar ve onun içinde yaşardı. O yüzden sadece bir bina, bir salon, bir koltuk, bir sahne, bir kulis değildi. 
İçeride; sohbet vardır, anılar vardır, kahkaha vardır, hüzün vardır, acısı olanla tek yürek olmak vardır, sahnede yaşanan oyun metni dışında kendiliğinden olan güzellikler vardır, sarılmak vardır, ekip olmak vardır, ortak acının elinden tutup destek olmak vardır, her yere gidebilme ve herkese ulaşabilme gayesi vardır, kısacası içinde bitmeyen bir (ab-ı hayat vardır içtikçe doyulmayan) hayat vardır. 
Gözümü kapatsam ve bir kulis düşlesem mesela:
Şimdilerde kulisteki boy aynası toz tutmuştur...
Merdiven basamaklarında ayak basılmamışlık hâkimdir...
Gelen alkış sesleri 65 gündür duyulmuyordur...
Giyinme odalarına giderken ahşap bölgeye gelmeden önceki boşluk soğuktur yine. Kolay mı? Sert bir Mart, bir adet ılıştırılmış serinlikte Nisan yaşamış ve şimdi de baharın son demi Mayıs'ta seyreyliyordu...
Kulisteki prizlerden elektrik de gitmiştir herhâlde...
Dolaplar toz kokuyordur...
Kulis aynasının ampullerinin bağlandığı fiş işlevsizlikten kendini iyice bırakmıştır...
Kadınlar kulisinde bitmiş bir göz kalemi masada kalmıştır...
Jaluziler havalandırmadan kaynaklı cereyanla tık tık vurmuyordur camların çerçevelerine...
Ahşabın üzerinde adımların sesleri ya da ahşabın gıcırtısı yoktur...
Ortadaki cam sehpada bir önceki oyundan kalan çay içilen bardağın izi duruyordur belki de...
Kulise gelen tatlının boş kutusu çöpte kalmamıştır umarım...
Ortak alandaki sohbetlere odalardan katılım sağlanamıyordur...
Kaynayan çaydanlık hiçbir yerdedir şimdi...
Şimdilik terk edilmiş gibidir ama özlemle bekliyordur alkışların tekrar duyulacağı günleri...
 
 
Şimdilik terk edilmiş gibidir ama özlemle bekliyordur alkışların tekrar duyulacağı günleri...10.05.2020-pz. 00.26
Metro duraklarında ışıklandırmanın en aza indirgendiği, tünelden gelen metro sesinin bir korku filmi fon müziğini çağrıştırdığı, koskoca İstanbul'un terk edilmiş bir şehre dönüştüğü günler yaşadık. Bir şeyler hala bitmedi tabi ki... Peki bir tiyatro fiziki olarak ne hâlde olabilirdi: Üzgün, üşümüş, yalnız, günlerdir tek kelime bile etmemiş, ışıksız kalmış, hareketsizlikten eklem ağrıları yaşayan... Yok canım insan mıydı ki bunları yaşayacaktı? İnsan değildi görünüşte ama o bin yıllarca nefes almayı başarabilen ölümsüzlüktü. İnsan gibi nefes alır ve en önemlisi de hissederdi. Evet; üzgündü, üşümüştü, yalnızdı, günlerdir tek kelime etmemişti, karanlıkta ışıklarına hasretti, hareketsizlikten perdelerinin makaraları sertleşmişti ve eklemleri ağrıyordu. Ve evet, insanı en iyi yaşanmışlıklarıyla anlar ve onun içinde yaşardı. O yüzden sadece bir bina, bir salon, bir koltuk, bir sahne, bir kulis değildi. 
İçeride; sohbet vardır, anılar vardır, kahkaha vardır, hüzün vardır, acısı olanla tek yürek olmak vardır, sahnede yaşanan oyun metni dışında kendiliğinden olan güzellikler vardır, sarılmak vardır, ekip olmak vardır, ortak acının elinden tutup destek olmak vardır, her yere gidebilme ve herkese ulaşabilme gayesi vardır, kısacası içinde bitmeyen bir (ab-ı hayat vardır içtikçe doyulmayan) hayat vardır. 
Gözümü kapatsam ve bir kulis düşlesem mesela:
Şimdilerde kulisteki boy aynası toz tutmuştur...
Merdiven basamaklarında ayak basılmamışlık hâkimdir...
Gelen alkış sesleri 65 gündür duyulmuyordur...
Giyinme odalarına giderken ahşap bölgeye gelmeden önceki boşluk soğuktur yine. Kolay mı? Sert bir Mart, bir adet ılıştırılmış serinlikte Nisan yaşamış ve şimdi de baharın son demi Mayıs'ta seyreyliyordu...
Kulisteki prizlerden elektrik de gitmiştir herhâlde...
Dolaplar toz kokuyordur...
Kulis aynasının ampullerinin bağlandığı fiş işlevsizlikten kendini iyice bırakmıştır...
Kadınlar kulisinde bitmiş bir göz kalemi masada kalmıştır...
Jaluziler havalandırmadan kaynaklı cereyanla tık tık vurmuyordur camların çerçevelerine...
Ahşabın üzerinde adımların sesleri ya da ahşabın gıcırtısı yoktur...
Ortadaki cam sehpada bir önceki oyundan kalan çay içilen bardağın izi duruyordur belki de...
Kulise gelen tatlının boş kutusu çöpte kalmamıştır umarım...
Ortak alandaki sohbetlere odalardan katılım sağlanamıyordur...
Kaynayan çaydanlık hiçbir yerdedir şimdi...
Şimdilik terk edilmiş gibidir ama özlemle bekliyordur alkışların tekrar duyulacağı günleri...